12 Ocak 2014 Pazar

Süpersonik



Bazen koşarak uzaklaşmak istediğim günler oluyor. Yüksek binalardan, trafikten, kalabalıktan, işten, sorumluluktan, insanlardan. Süper hızda koşmak, saniyeler içinde kilometrelerce uzaklaşmak istiyorum. Koşarken nefesim kesilsin, ciğerlerim yanmaya başlasın, dalağıma ağrılar girsin yinede koşmaya devam edeyim. Kusma derecesine varınca durduğumda yüzümde güneşi hissetmek, yosun ve tuz kokan ılık rüzgârın suratıma vurmasını istiyorum. Süpersonik hızda koşmaktan erimiş, parçalanmış ayakkabılarımdan geriye kalanları bir silkelemede fırlatıp, ayaklarımın altındaki sıcacık kum tanelerinin parmaklarımın arasından geçişini hissetmek istiyorum. Derin bir nefes alıp bütün huzuru burun deliklerime çekip oksijenin yıllarca egzoz dumanı, sigara ve alkolden zehirlemiş ve az öncede koşmaktan büyük bir parçasını kaybetmiş ciğerlerime dolmasını istiyorum. Sonra güneş batarken yine içimi karanlık, huzursuzluk, yalnızlık, gelecek kaygısı vs gibi yoğun ergenlik duygularının yetişkin versiyonları bastırdığında geriye kalan son gazla tekrar koşmaya başlayayım. Bu sefer süper hızın bokunu çıkartıp sesten falan hızlı koşabileyim. Tekrar güneşi yakalamak için dünyanın öteki ucuna kadar; ciğerim parça parça ağzımdan dökülünceye, ayak tabanlarım at toynağı kıvamına gelinceye kadar koşmak istiyorum. Durduğumda soğuk havanın şiddetiyle karnıma yumruk yemişçesine tutuğum bir gıdım havada ciğerlerimden boşalsın. Güneş yinede yüzüme vurduğunda azda olsa ısıtsın, kumlar yerine bu sefer yumuşacık kar olsun ayaklarımın altında. Parmaklarımı karına içine bastırayım, bastırdıkça soğuk tüm vücuduma yayılsın. Altı ay boyunca hava kararmayacak burada nede olsa çok zamanım olduğunu düşünerek rahatlamak istiyorum. Çıplak ayaklarım yavaş yavaş morarırken, karların üzerine uzanıp yabancı filmlerde tüm mutlu çocukların karda oynarken yaptığı dışarıdan anlamsız bir jimnastik hareketi gibi görünen;  kol ve bacaklarımı kara sürtmek suretiyle vücut sıcaklığımın hızla düşmesinden başka hiçbir işe yaramayan kar meleğinden ( snow angel ) yapmak istiyorum. ‘Ne koştum be!’ diye esneyip gerindikten sonra soğuğu artık vücudumda hissetmezken, ciğerlerim yeter artık deyip nefes alıp verme işinden istifa etsin ki şimdiye kadarki en rahat en temiz uykuya dalabileyim.

29 Aralık 2012 Cumartesi

Düşüş


Yıl 29 Aralık 3246 e206 sefer numaralı Ariel adlı Uluslararası Uzay Birliğine bağlı kargo gemisinde 1. İletişim Subayı olarak 2. Görev yılım içerisindeyim. Şu an kargomuzda 52 uzun uyku kapsülü (U.U.K) içerisinde yargılanacak direnişçiler mevcut. Tam olarak 19 saat 57 dakika sonra Osiris uzay istasyonundan 42 direnişçi daha alıp 2 yıl 12 gün sürecek Dünya yolculuğumuza başlayacağız. 8 saat sürecek yükleme ve tedarik sırasında uzun bir mola imkânı bulacağım.

Sorunsuz geçen inişin ardından, ortak dinlenme alanında protein ve enerji açısından güçlendirilmiş tatsız yemeğimi yerken çalışma grubumdan 4. Teknik Subay içeri giriyor. Kimseyle fazla muhabbete girmememe rağmen özellikle kendisiyle herhangi bir diyaloğa girmekten çekiniyorum. Tamamen kadınlara yönelik iticiliğinden kaynaklanıyor.  Masamın önündeki büfeden kendine içecek alıp selam veriyor. O kadar boş yer varken izin isteyip masama oturuyor. Umursamadan yemeğimi yemeğe devam ediyorum. Bu seferdeki kargomuz hakkında ki görüşlerini bildiriyor. Anladığım kadarıyla U.U.K tekniğinin cezalandırma amacıyla kullanılmasını uygun bulmuyor.  Sanırım kur yapma öncesi konuya girmek amacıyla açılmış öylesine bir konu yüzüne bakmadan başımı sallayarak yemeğimi bitiriyorum. İşim olduğunu söyleyerek kalkıp hızla uzaklaşıyorum. Kontrollerimi yapıp hazırlanmak için gerekli süreye sahibim. İşlerimi bitirdikten sonra omuzumdaki haberleşme ekranına Osiris’ten gelecek Kargo Teftiş Subayını karşılama ekibinin de olduğum mesajı geliyor. Benim için çok şaşırtıcı değil 16 kişilik uçuş ekibi içerisindeki ikinci kadın Subay olduğum için ihtimalim yüzde elliydi. Bu durumda mesajdaki 5 kişilik ekip teftiş sonrası aynı zamanda kalkış ekibinde yer alacak; diğerleri uzun uyku durumu için hazırlanırken biz gereken işlerimi yapıp kalkıştan 6 saat sonra otomatik pilota devreye soktuktan sonra uzun uyku kapsüllerine geçiş yapacağız. Üniformamı giydikten sonra işim gereği uzun yıllardır kısa kestiğim saçlarımı düzeltmek çok zamanımı almıyor. Bazen çocukluğumdaki uzun saçlarımı özlüyorum. Haberleşme ekranımdaki alarm çalıyor yerime geçmek için odamdan ayrılıyorum.  Beş kişilik ekibimiz 2. Kaptan, ben, yılışık 4.Teknik Subay, U.U.K kontrolörü ve gemi doktorlarından birinden oluşuyor. Osiris Kargo Teftiş Subayı ve 4 askerini kargo girişinde karşılıyoruz. Gerekli brifleri paylaşırken uzun uyku kapsüllerindeki son direnişçilerde kargoya yükleniyor. Teftişimiz tamamlanırken mürettebatın geri kalanının kapsüllere yerleştiği haberi geliyor. 2. Kaptan şifresini tuşlayarak mürettebatın uyanış zaman sayacını devreye sokuyor. Direnişçilerin maalesef böyle bir şansı yok. Bu sırada Kargo kapak kontrolleri Osiris teknik ekibi tarafından yapılıyor. Kargo Teftiş Subayı ve askerleri gemiyi terk ederken 4 Osiris teknik elemanı hala içerde panellerin kontrolünü yapıyor. Ben 2. Kaptanın yanında haberleşme panellerimiz üzerinden son kontrolleri yapıyoruz. U.U.K kontrolörü ve doktor mürettebatın kapsüllerinin ve sağlık durumlarının kontrollerini bitirmiş son direnişçi kapsüllerinin panellerine bakıyorlar. O sırada 4. Teknik subayın Osiris teknik ekibinden birinin yanına gittiğini göz ucuyla görüyorum. Bir şeyler söylüyor ama ne dediğini buradan duyamıyorum. Oldukça gergin görünüyor. Sonra yanından ayrılıp ana kargo platformundaki panele ilerliyor. Ekrandaki otomatik kalkış sayacı 00.10.34 ü gösteriyor. Osiris teknik ekibi alet çantalarını topluyor.  2. Kaptan doktorun yanına doğru ilerliyor. Bundan sonra olacaklar karşısında aldığım hiçbir eğitim işe yarar değil.  Osiris teknik ekibinden kaptana yakın olan çantasının içinden Polioner  410  tipli direnişçilerin yaygın olarak kullandığı hidrojen silahını çıkarıp kaptana ateş ediyor. Her şey yavaşlıyor.  İkaz lambaları yanmaya ve siren sesi kulaklarımı acıtmaya başlıyor. Kargo kapısı kapanmak üzere, geri sayım sayacı sıfırlanmış kalkış gerçekleşiyor. Kapıya en yakın olan benim silah sesiyle doktor ve U.U.K kontrolörünün bana doğru koştuğunu görüyorum. Arkamdaki kapı paneline acil durum şifresini girip kişisel kartımla kapıyı açıyorum. 4. Teknik subayını hiçbir yerde göremiyorum.  Diğer  4 Osiris teknik elemanında ellerinde silah var ama ses ve ışıklar kafalarını karıştırmış gibi. Hiç birimizin silah taşıma ve kullanma yetkisi olamaması çok kötü. Doktor ve kontrolör kapıdan geçince kapıyı kilitliyorum bu biraz zaman kazandırabilir. Heme  Batı kanadındaki panik odası mantığında geliştirilen acil durum odasına koşuyoruz. Kalkış oldukça sarsıntılı ayakta durmakta zorlanıyoruz. Panik odasına geldiğimizde kendi kod ve kartımı kullanarak kapıyı açıp arkamızdan kilitliyorum. Açılması için bulunan kart sadece Birinci kaptanda var artık. 4. Teknik Subayın öldüğünü düşünüyoruz.  Direnişçiler tarafından saldırıya uğradık ve kurtulma şansımız çok düşük. Gönderdiğim acil durum kodundaki mesaj dünyaya günler sonra ulaşacak ve Osiris’in havalandıktan sonra müdahale ekipleride yetersiz. Kapı dayansa bile içeride yiyecek ve mühimmatın 2 yıl dayanma olasılığı yok.  Doktor sanırım panik atak geçiriyor nefes almakta zorlanıyor kontrolör onu sakinleştirmeye çalışıyor. Ben mühimmat listesine bakıp hesaplama yaparken kapıda  4. Teknik subayı görüyorum anlından kan akıyor. Panik içerisinde kapıya vuruyor. Ona kapıyı açamayacağımı ve doğu kanadındaki odaya ulaşması gerektiğini söylüyorum. Yüzü bembeyaz oluyor. Ateş sesi duyuyoruz.  Teknik subay kaçmaya başlıyor. Arkasından iki tane mahkûm giysisiyle direnişçi koşuyor. Kurtulma olasılığımız neredeyse hiç kalmadı kaptan ve mürettebatın kapsüllerine ulaşıp kodları almışlar ve direnişçileri uzun uyku durumundan uyandırmışlar. Bizi de fark etmeleri an meselesi.  Elimizde sadece beklemek geliyor.

Çok uzun gibi gelen bir süre sonunda tüm silah sesleri kesiliyor. Doktora sakinleştirici vermek zorunda kaldık pek kendinde değil sayıklıyor. Kontrolör elinde haberleşme panelinden ailesine ait olduğunu düşündüğüm bir fotoğrafa bakıyor. Neyse ki benim böyle sorunlarım yok. Ben Uzay Araştırmaları Enstitüsüne bağlı bir üretim insan olduğum için ailem yok sadece donörlerim var. Kafamdaki çip sayesinde de aşırı duygulardan arındırılmış, acil durumlarda ani karar verme yetimin artması amacıyla beynimin bazı noktaları her zaman uyarılmış durumda. Panik odası kapısının alarmı çalışmaya başladı. Biri kapıya açılış kodunu giriyor ve bunun kaptan olduğunu hiç sanmıyorum. Kapı açılıyor. 4. Teknik subayın kafasına silah dayanmış arkasında 4 direniş askeri var. Teknik subay her istediğinizi yaptım lütfen beni öldürmeyin diye yalvarıyor. Hain bize ihanet etmiş belki de uzun süredir bu işin içinde.  Anormal seviyelerin üstünde bir tiksinme duygusu hissediyorum.  Onu içeri itiyorlar ayaklarımın tam önüne kapaklanıyorum. Doktor sanırım ağlıyor. Bu sırada direnişçiler kenara çekiliyor ve arkalarında üzerinde mahkûm giysiyle direniş lideri duruyor. Kargomuzda onunda dâhil olduğunu bilmiyordum. Diğerlerinin yüzünden de bilmedikleri anlaşılıyor. Belki de gizli bilgiydi. Bize bakıyor, rütbelerimiz gözden geçiriyor. Dudağının kenarı kıvrılıyor ve umursamaz bir el hareketi yapıp gidiyor. Askerlerden biri kapıyı kapatırken iyi uçuşlar diliyor. Sakinliğimi korumakta zorlanıyorum çünkü hazırlıklar yapılmadan tasfiye kapısını açacaklar. Ancak acil durumda üst rütbelilerin onay kodu ile yapılabildiğini ve tüm kodların ellerinde olduğu düşünülürse tek cevap bu.  24.000 metre yükseklikteyiz ve giysileri giyip tasfiye portuna binme olasılığımız düşük. Hemen maskeleri takmalarını söylüyorum. Doktor sanırım fazla doz almış hala kendinde değil. Teknik subayda panikten elleri titriyor. Kontrolör aralarındaki en iyi durumda olan hemen oksijen maskelerini takıp panele yöneliyor. Haberleşme panelimi tasfiye aracına bağlayıp gereken işlemleri yapmaya çalışıyoruz. Aracın uçuş takımları çalışmıyor. İniş takımlarını hazırlayamayız, paraşüt sistemine güvenmek zorundayız buda metrelerde serbest düşüş yapacağımız anlamına geliyor. Kasklarımız ve maskelerimiz takılı, kemerlerimizi yeni bağlamayı bitirmişken kapı açılıyor. Hava boşluğu tarafından anında çekiyoruz. Savrulurken sanırım denge modülü çalıştırmayı başardım artık dönmüyoruz. Birleşik koltuklardan oluşan tasfiye modülünde serbest düşüşteyiz. Kontrolümü kaybediyorum sanırım eğitimim ve çipinde belli sınırları var. Nefes almakta zorlanıyorum görüşüm bulanıklaşıyor. Hemen yanımdaki teknik subaya bakıyorum  koltuk kenarlarını sıkmaktan parmak boğumları bembeyaz olmuş. Onun yanındaki doktorun bayılmış olduğunu düşünüyorum. Kontrolör hala kendinde gibi panelinde bazı işlemler yapıyor ama ekranda sürekli ikaz uyarıları çıkıyor. Kontrolümü tekrar sağlıyor gibiyim. Kendi panelime baktığımda paraşüt takımında bir sorun olduğunu görüyorum. Kurtulma olasılığımız artık sıfır. Serbest düşüşe devam ediyoruz. Zemin gittikçe yaklaşıyor. Hiç olmadığım kadar rahatladığımı hissediyorum. Bu duyguya oldukça yabancıyım.  Teknik subay bana bakıyor. Bacağımı sıktığını hissediyorum. Doktor kendine geliyor gibi. Kontrolör bana bakıp başını olumsuz anlamında sallıyor sonrada mırıldanmaya başlıyor sanırım dua ediyor.  Her şey olduğundan çok daha yavaş belki de çipim bozuldu. İçimi bir huzur kaplıyor.  Ölüm korkusu şartlandırma eğitiminden de kaynaklanıyor olabilir. Zemin artık daha da yakın öleceğimi biliyorum ve umursamıyorum. Gülümsüyorum, yüzüm geriliyor. Alışık olmadığım bir mimik daha. Aniden gelen rüzgâr akımıyla savrulmaya başlıyoruz. Hızlı dönüşlerle zemine çakılıyoruz. Sanırım hala gülümsüyorum. Koltuklarımızdan savruluyoruz sırt üstü zemine çakılıyorum. Hiçbir şey hissetmiyorum. Seri bir dürtüyle ayağa kalkmak istiyorum. Sanki bir tuşla tüm bu düşüşü iptal edebilirmişim gibi uzanmak istiyorum. Ciğerlerime kan doluyor. Boğuluyorum. Her şey aniden kararıyor.

Ben Uzay Araştırmaları Enstitüsü Üretim İnsan Çipi Denetçisi W001, seri 006 üretim kodu 1290004 olan üretim insanın çipini analiz edip,  bazı tutarsızlıklar keşfettim. Çipi çok fazla hasara uğradığı için tam olarak emin olamamakla birlikte yukarda bulunan son günlük bilgilerine göre kendisinin gereksiz duygu ifadeleri ve tepkileri geliştiğini katalog birimine ilettiğimi bildiririm.

6 Nisan 2011 Çarşamba

Depresif Pollyannalar Birleşin!

Dönemimiz geldi, depresif pollyannalar dönemi her bahar deri değiştirir gibi değiştirdiğimiz kabuğumuzun çatlama dönemi. Maskelerimizin sonbahar yaprakları gibi düştüğü dönem işte bu. Hep bu dönemlerde çok üşürüz, hep bu dönemlerde çığlık atasımız gelir, hep bu dönemlerde saçmalarız. Dilledirmeye korkarız yalnızlığımızı büyüyüp bizi gece uykumuzda boğmasın diye. Biri bize sarılsın diye içten içe çığlıklar atarız, ama birine bu kadar yaklaşamayacak kadarda kırılganızdır. Küçükken kablolu yayın kesildiğinde çamaşır makinesini izlemek gibidir hayatımız. Minimumda yaşarız hayatımızı. Çektiğimiz her nefes az gelir ama idare ederiz. Sert mizacımızı yatağın altına düşürüp, beyaz atlı prensler beyaz gelinlikler hayali kuracak kadar yumuşarız. Sonra bunları düşündüğümüz için kendimize kızar, çikolatayla intihar etmeye çalışırız. Geçici  diye bu durumumuz ,sağımıza solumuza küçük tebessümler atarken, kalbimizi kıranların kafalarını baltayla yarma, penislerini çekiçle ezme hayalleri kurarız. Tüm duygularımızı banyo perdesinin arkasına tıkar, bu durumdan ıslak banyo perdesinin vücudumuza değmesi kadar rahatsız oluruz ama sesimizi çıkaramayız. Geceleri soğuk yatağa girdiğimizde uyuyamaz evin mutlaka bir köşesinde acil durum uyuma kiti olarak saklanan bir şişe şarap, votka, viski çıkartır tek başımıza içeriz. Dışarı çıktığımızda eğleniyor gibi yapabilmek için sınırlarımızı zorlar alkol komasından bir dakika önce karşımıza çıkan ilk maymunun sırnaşık hareketlerine boyun eğer ama yatağa gidemeyecek kadar çok içtiğimiz için olduğumuz yere kusarız. Yalnızlığımızı, eskileri, sıkıntıları, gece karabasan gibi üstümüze oturan herkesi kusarız gözyaşlarımızla. Etrafımızda sadece dönemimizi yaşayanlar ve yaşamış olanlar kalır. Bize ancak onlar katlanabilir, anlayabilir. Çok verimliyizdir bu dönemlerde beynimiz hiç olmadığı kadar üretkendir. Yazarız,çizeriz, hiç yapamadığımız bizi mutlu eden becerilerimize geri döneriz. Başka türlü dışa vurumayız kendimizi. Keskindir sözlerimiz, delicidir çizgilerimiz, yaralar kelimelerimiz. Ezmek isteriz dünyayı ayaklarımız altında. Ezerizde ama kimse görmez ama kimse duymaz. Sonra havalar ısınmaya başlar, güneşi sararız kendimize, birbirimizi sararız. Tüm depresif pollyannaları birbirimize yamarız ki o dönemin kemiklerimize işlemiş soğuğunu bir an önce bünyemizden atalım diye. Takarız maskelerimizi, giyeriz öz güvenimizin seksi elbisesini. İşte o zaman ortamın .mına koyarız. Az kaldı bekleyin geliyoruz.

23 Şubat 2011 Çarşamba

İçimde Çifteleşen Ejderhalar Var

Yine başladılar mideme çöreklenmiş bir grup orta dünya ejderhası periyodik olarak gerçekleştirdikleri çiftleşme ayinlerine başlıyorlar. Fiziki açıdan hissettiklerimin yanında duygularımı da ifade edebileceğim kafamda canlanan tek görüntü bu. Hem midemde ejderhalar için uygun ortamı yaratıyor. Nemli , karanlık aynı doğal ortamları gibi. Dişiler için savaşan erkeklerin çıkardığı alevler içimi yakıyor. Etraftakilere söylüyorum, “yazık kız kafayı yedi” bakışları atıyorlar. Kendi küçük şizofrenik dünyamda yaşıyorum evet ne olmuş hiç değilse bir dünyam var sizin ise hayallerden yoksun bomboş bir gerçekliğiniz. Ne yani hem sizin içinizde hiç savaş çıkmadı mı?. Hem savaşma sebebi de ironik değil mi üremek için yeni yeni ejderhalara doğurup içimi daha çok yakmak için, seks için, zevk için, en güçlü olduğunu kanıtlamak için. Sürekli hareket halinde içimde kıvrım kıvrım oradan oraya uçuşan kavga eden birbirine dişlerini geçirip tırmalayarak çiftleşen ejderhalar var. Hiç estetik değiller hatta korkunçlar, ama yine de insanı hayran bırakan bir korkunçluk. Kendi içimdekilerden korkuyorum, ama aynı zamanda hayran kalıyorum. Şöyle ağzıma açıp kükresem, baya baya alev kusabilirmişim gibi geliyor. İçimde tutup bunca zaman biriktirmişliğin verdiği bir potansiyel güç açığa çıkmış meğersem. Ejderhalarda bu kadim gücün çocukları, yakında onları kontrol altına almayı öğrenip tüm gezegeni ele geçireceğim. Şaka şaka tabi ki de yapmayacağım. Sadece eğleniyorum. Farkına varıyorum sonra bu alevlerin kaynağı en başından beri buydu. Bastırdıklarım, yukarı çıkmaya çalışıyordu. Volkan gibi, bende safça yok sodaydı, yok işte gaviscon du falan bastırmaya çalıştım. Yediklerime dikkat ediyordum aman midem yanmasın diye. Oysaki ejderhalar aç tabi o kadar aksiyondan sonra bir sürü kalori harcıyorlar. Bundan sonra onlar için yiyeceğim, onlar için içeceğim. Sevişip sevişip alem yapsınlar istiyorum. Patates kızartması yanında bira içsinler, tekila shotlasınlar. Sonrada sevişip sızsınlar. O kadar iyi durumdayım ki içimde ejderhalar besliyorum. Yok yok cidden iyiyim beni tanıyanlar bilirler, en azından şu an kendimi oynuyorum. Başkaları mutlu olsun diye çeşit çeşit maskeler takıp rollere bürünmüyorum. Öfkemi, melankolimi, yalnızlığımı ejderhalarıma yedirdim. Teoride içim çok rahat ama pratikte içten içe yanıyorum. Sonuç olarak içimde yatan dragon master özelliklerini gerektiğinde kullanmak üzere bir başka harikalar diyarında saklıyorum. Yeri geldiğinde her yere alev topları gönderebilmek için hazırım. Hatta çok lazım olursa gelir sizin içinde sağa sola ateş topuydu mopuydu yollayabilirim arayın yeter.

31 Ekim 2010 Pazar

Benim Adım...

“Benim adım babasız kızların regli dönemi ve ben bağımlıyım”
Bağımlılığım daha anne karnında başladı. Orada o kadar yalnızdım ki çıkar çıkmaz içimde bir şeylere bağlanma, kendime bağlama isteği gittikçe büyümeye başladı. İlk önce bağlamayı denedim. Oyuncak ayılardan oluşan bir kalem vardı ama zamanla küçük düğme gözleri koptu, otobüs koltuklarında, mola yerlerinde unutuldu. Karşı komşunun oğlunu denedim ama taşındılar. İnsanları bağlamak oyuncak ayılardan da zordu demek ki benim kontrolümde değillerdi. Bağlanmayı dedim ilk başta benim için anlaşılması çok zordu. Duygularım güvenilmezdi, karşı tarafın duyguları bilinmezdi. Neyi nereye bağlayacaktım hem. Yazlıktaki çocuğu denedim zaman yetmedi, lisedeki elemanların hiç birini gözüm kesmedi. Artık yeter dediğim an bağlandım. Bir şeyi elde etmek istediğimde ondan ilk önce vazgeçmem gerekirmiş. Yıllar sonra bu söz benle beraber mutasyona uğradı, bir şeyi sevdiğin halde vazgeçmen gerekebilirmiş oldu. Bir sabah kalktım ve vazgeçtim. Ama kimse bana vazgeçerken canımın çok yanacağını söylememişti. Canım o kadar yandı ki bağımlılığım benden koptu. Acıyı dindirmek için daha küçük bağımlıklar denedim kesmedi. Aradan o kadar çok zaman geçmişti ve ben o kadar bulanıktım ki büyüdüğümü bile fark etmedim. Bir sabah yine kalktım ve artık nettim. Yoluma devam edecektim ama bağımlılığım arka cebime serçe parmağıyla asılmış. İlk başlarda fark edilmeyecek kadar hafifken zamanla sağdan soldan parçalar koparıp kendine yamamış. Zamanı geldiğinde arkama o kadar ağırlık bindi ki devam edemedim. Bağımlılığım çok yemiş hiç sıçmamıştı. Cebime taktığı serçe parmağı dallanıp budaklanıp kalbime saplanmıştı. Bu yüzden biraz destek için bağlanmaya karar verdim ama durumum o kadar vahimdi ki üzerine çullanmam kaçınılmazdı. Kaçınılmazı gören kaçtı sadece biri kaldı. Bende ona asıldım. Bağımlılığın cehennemi bir bağımlıya bağlanmakla başlar. Benimki cennetti her şey eşit her şey adildi. Sonra ben yasak elmaya göz diktim. O bakmazken alıyım dedim ayağım kaydı niyetimi açık ettim. Oysaki onunda gözü varmış, paylaşmam lazımmış. İlerleyen zamanlarda şekil şekil pozisyonlara girdik ama en başarılı olduğumuz kendi kuyruğunu yiyen yılan pozisyonuydu. Elmaya olan hamlem bununla ödüllendirilmiş olsa gerek. Birbirimizi yedik yedikçe yetmedik tabi. Bittik. Bir sabah lanet olsun ki yine uyandım bu sefer bitik bir şekilde ve vazgeçmeye bile gücümün kalmadığını anladım. Sonra beklemeye başladım belki ilahi bir güç gelirde kafama bir şeyler fırlatır diye. Bir kaç keçi bir kaç balık geldi çerez neyim fırtlattılar gülüp gittiler ama güç müç gelmedi. Sonra beklemek, beklerken tükenmek, özlem duymak, yoksunluk belirtilerimin yanında attaki kelebek gibi kalınca bağımlılığımı kendime fitil yapıp ateşledim. Güç güçtür. Bir sabah uyandım ve böylece bundan da vazgeçtim.
“Benim adım kendi götünü yiyen yılanın doğum kontrol hapı ve 7 gündür temizim.”
7 günde hiç bir şey yaratamadım yedi günde hiç bir şeyi de yıkamadım. Bağımlılığım yok, gücüm yok, hislerim yok öylece lanet elma ağacının altında oturmuş aşağı doğru taş atıyorum. Bazen çok sıkılırsam tükürüyorum. Ne de olsa havaya uçan kendi cennetimdi.

17 Şubat 2010 Çarşamba

Kızıl Saçlı Perinin gerçek Hiyakesi part.2



Nerde kalmıştık, ya daha başlamadan bitecek bir hikâye ile yaşanması gereken hayatlar arasındaki ince çizgideydik. Gezgin biraz ilerde ağaçların bittiğini yerde bir uçurumun başladığını görmüştü. Bunu avantaj olarak kullanmaya çalışacaktı ama yaratığın onu duyması ya da hissetmesi durumunda bu hiçbir işe yaramayacaktı. Elindeki son çare buydu. Uçurumun kenarına kadar geldi. Kılıcı elinde tarttı ve yaratığın gelmesini bekledi. Yaratığın hantal vücudu ile yıktığı garip ağaçları görebiliyordu. Kısa bir süre sonra yaratıkta görülür hale geldi. Yaratık kocaman yarık ağzını boşluğa açıp kapayarak ilerliyordu. Gezgin bir şeyin ters gittiğini fark etti ama ne olduğunu anlayacak zamanı kalmamıştı. Ağaçlar seyrekleşmiş ve Yalg artık ona doğru hızla geliyordu. Gezgin bağırarak yaratığa doğru atıldı ama aniden durdu. Bağırmamıştı, ağzını açmıştı ama hiç ses çıkmamıştı. Yaratığa baktı oda ağzını açıyordu ama hiç ses yoktu. Yalgla aralarında metreler kala kenara çekilmesi yetti. Artık her şeye kör olan Yalg delirmiş gibi sağa sola sallanarak uçuruma doğru ilerledi ve tamamen sessizlik içinde aşağı düştü. Gezgin uçurumdan aşağı bakarken o koca çamur yığının dibe düştüğünü ve her yere dağıldığını gördü ama hiçbir şey duymadı.

Kızıl Saçlı Küçük orman perisi sanki bir boşlukta yürüyormuş gibi, sık ağaçların arasında rahatlıkla geçerek izleri takip etti. Bir Yalgın izlerini takip etmek hiç zor değildi hele yaratık ona bir yol açmışken. Bir süre sonra uçurumun kenarında duran kılıçlı insanı gördü. Bıçağı elinde ona doğru yaklaştı ve arkasından sırtına dokundu. Kılıcıyla aniden dönen Gezgin, hızlıca geriye çekilip bıçağını tehditkâr bir şekilde ona doğru tutan küçük kızı gördü. Niyetini belli etmek için kılıcını indirince kız biraz rahatladı ama bıçağını bırakmadı. O sırada tam tepelerinde bir şimşek sessizlikle çaktı ve uzunca bir süre kızın yüzünü görmesini sağladığında Gezginin ağzı açık kalmıştı. Karşısındaki küçük bir kız değil upuzun kızıl saçları ve bir insana göre büyük olan kocaman yeşil gözleri, ince narin yapısı ve ancak saçlarının altından görünen küçük sivri kulaklarıyla belkide dünya üzerindeki son peri idi.


Kızıl Saçlı Peri ve Gezgin Sessizliğin Uçurumundan uzaklaşmış olsalar da, konuşmadan sessizce ilerlemeye devam ettiler. Kız açık bir şekilde anlaşılabilecek bir hareketle, öne eğilip elini kafasının üstünden geçirerek hayatını kurtardığı için teşekkür etmişti. En azından Gezgin öyle sanmıştı ama bu hareket perilerin arasında “sana ruhumu sunuyorum anlamına” gelirdi. Kızıl Saçlı Peri en azından bu adama bunu borçlu olduğuna karar vermişti. Ama Gezgin bir perinin ruhunun ne anlama geldiğini bilmiyordu. Küçük perinin boyu yaklaşık on yaşındaki bir çocuk boyunda idi ve Gezginin geldiği yerde çok boyu uzun boylu sayılmasa da bir peri için oldukça uzundu. Peri onun ancak koltuk altının bir karış aşağısına geliyordu. Kız sakinleştikten biraz sonra aniden başlayan fırtına geldiği gibi aniden durdu ve bulutlar dağılıp gökyüzü ayışıyla aydınlanmaya başladı. Vadiden ve kayalıklardan uzaklaşıp tekrar ormana girdiler. Uzun bir yürüyüşün ardından kalın gövdeli ve gerçekten çok büyük ağaçların olduğu bir bölgeye girdiler. Sanki buradaki her şey gittikçe büyüyor ya da onlar küçülüyordu. En sonunda metrelerce uzunlukta ve an az bir köy kadar bir büyük devasa bir ağacın olduğu bir açıklığa geldiler. Bu Ağaç eskiden perilerin kutsal saydığı Hayat Ağacı “Avendesora” idi. Ama artık hiçte hayat dolu değildi. Ormandaki her şey gibi oda artık ölü gibi duruyordu. Kız ağacın etrafında yürümeye başladı. Gezgin onu takip ederken ağacın değiştiğini gördü. Ağacın ortasında bir yarık vardı ve bu yarığın içinde dolambaçlı yollarla tepesine doğru ilerleyen yollar bulunuyordu. Kız bu yolara girdi. Labirent gibi bir aşağı bir yukarı tırmanarak en sonunda ağacın oldukça yukarısında bir kovuğa geldiler. Bu kovukta yerde bir yatak haline getirilmiş paçavralar ve küçük bir sandık haricinde hiçbir şey yoktu. Kız paçavraların arasından Gezgine birkaç parça toplayıp uzatarak kovuğun yukarısındaki bir başka kovuğu işaret etti. Gezgin eğilerek teşekkür etti ve paçavraları alıp kovuğa tırmandı. Artık biraz dinlenebilirdi. Gezgin kovuğa tırmanıp yol boyunca sırtında olan küçük çantasını çıkardığında çantasının yırtılarak açıldığını ve az olan erzakının da yaratıktan kaçarken kaybettiğini anladı. Çakmak taşı birkaç parça ekmek ve su matarasından oluşan erzakının önemli parçaları ve bir ağaçtan oyarak yaptığı kuş düdüğü artık yoktu. Paçavraları yastık gibi kafasının altına koyup rahatsız ve kâbus dolu bir uykuya dalarken Kızıl saçlı peri yatağına uzanmış yukarı bakmaktaydı. Bu insanın gelişini bir işaret olarak yorumlamıştı. Yalgın karşısında savaşırken asıl isteği yok olmaktı. Ama pes edemezdi. Bir peri hayatı için sonuna kadar savaşmalıydı ama o an kaybedeceğini bilse de sonu geldiği için üzülmüyordu Bu onun kurtuluşu olacaktı ama bir anda bu ölü ormanda bir insan ortaya çıkmış ve onu kurtarmıştı. Demek ki bu ormanın işi daha onunla bitmemişti.


Güneş ışıkları kovuğun arasındaki boşluklardan Gezginin yüzüne vurduğunda gözlerini açtı ve dün olan her şeyin bir rüya olduğunu düşündü. Ama doğrulduğunda rüya olmadığını anladı. Çamur içerisindeki kıyafeti ağaç dalları ve kovalamacadan yer yer yırtılmış giysilerive çizilen derisinden akan kanlar kurumuştu, her yeri ağrıyordu. Zorlukla doğruldu ve ağzı kum yutmuş kadar kuruydu. Etrafına baktığında yerde tahtadan oyulmuş bir kâse içinde su ve hemen yanında toplanmış kuru eriklere benzeyen meyveler gördü. Suyu bir dikişte bitirdi. Garip meyveleri alıp kokladı. Dilini değdirdi ve azına attı tatları kuru erik gibi değildi ama en azından yenebiliyordu. Kovuğundan perinin bulunduğu kovuğa geçtiğinde boş olduğunu gördü. Ağaçtan aşağı inmeye başladı. Toprağa ayak bastığında küçük perinin biraz ilerde dikildiğini gördü. Gezgin kızdan gözlerini alamadı. Çocuksu bir görünüşe sahip olsa da yüzü hiçte öyle değildi. Dün geceki çamurdan temizlenmişti. Saçları hala ıslak olsa da deri bir kayışla arkasında toplanmış ve batan bir güneş kadar kızıl parlıyordu. Küçük yüzü keskin yüz hatlarına sahipti. Kocaman yeşil gözleri zümrütü andırıyordu. Tehditkâr bakışlarla kız onu süzdü ve onu takip etmesini işaret etti. Dev ağacın topraktan çıkan bacak kalınlığındaki köklerini takip ederek ilerlediler. Kız sanki yürümüyordu adeta süzülüyordu. Gezgin uzun bacaklarına rağmen ona ayak uydurmakta zorluk çekmişti. Ağrıyan kasları da onu yavaşlatmıyor değildi. Bir süre sonra küçük bir gölete vardılar. Sazlara benzeyen eğri büğrü bitkilerle çevrili gölette su hala berrak ve temiz görünüyordu. Dev ağacın kökleri bu göleti çevreliyor ve suyun içine kadar uzanıyordu. Kız suyu işaret etti sonrada içine girdi ve sudan içti. Gezgin de onu takip etti giysilerinin bir kısmını çıkardı kılıcını bırakıp gölete yaklaştı sudan biraz içtikten sonra gölete girdi. Küçük peri ona yaklaşıp dokunduğunda Gezgin irkildi. Kız tehditkâr bakışlarını sürdürerek gömleğinin yırtılan yerlerinden yaralarına bakmaya başladı. Gezgin itiraz etmek için bir neden bulamayıp küçük periye izin verdi. Peri ifadesiz yüzüyle gömleğini çıkartmasına yardım ederken Gezgin acıyla yüzünü buruşturdu. Kız suyla yaralarını temizlemesine yardım etti. Sessizlik Gezgini rahatsız etmiyordu ama içini kemiren bir sürü soru vardı. Küçük peri ise yıllardır zaten kimseyle konuşmuyordu bu onun için bir sorun değildi. Sesinin neye benzediğini hatırlamaya çalıştı. Eskiden ağaçlara ve hayvanlara şarkılar söylerdi ama sesini hatırlayamıyordu. Gezgin omzundaki bir yarayı temizlemekle uğraşan perinin elini tuttu. Peri irkilerek biraz geri çekildi. Gezgin elini bırakarak kendini tanıtmadan önce yapılan el referansıyla hafifçe eğildi ve kendini tanıttı. Çorak Topraklardan büyük Büyücü Prosperonun oğlu Kays işte o an Sisli Ovanın büyülü ormanında yaşan Peri Kralı Yulenin kızı Zefir ile tanıştı.

17 Ocak 2010 Pazar

Kızıl Saçlı Perinin Gerçek Hikayesi part.1


Bir yerden başlayıp anlatmam gereken bir hikâye var. Sisli ovanın ardında, puslu dağların arasında kimsenin yıllardır ayak basmadığı büyülü bir orman vardı. Bu ormanda eskiden tüm orman ruhları ve periler yaşarken şimdi sadece kurumuş ağaçlar, korkunç yaratıklar ve ölümün soluk renkleri içerisinde bir tek kızıl saçlı küçük orman perisi yaşamaktaydı. Periler orman ruhlarıyla birlikte ormanın içindeki yaşayan her canlıya yaşam enerjisi verir ve onları korurlardı ancak bu ormanda nefes alan son yaşam kırıntılarına sahip kızıl saçlı perinin yalnızlıktan yaşam özü o kadar tükenmişti ki bırakın bir tomurcuğu filizlendirecek gücü bulmayı kendi yaşamını devam ettirecek gücü bulamıyordu. Diğer yandan ağaçlar perilerin ve orman ruhlarının şarkılarından mahrum kalarak ölmüş, orman ruhlarının karanlık tarafları onları yutmuş ve çok az sayıda yaşamayı beceren her canlıyı canavarlaşmıştı. Bunların hepside küçük peri için büyük tehlike haline gelirken oda kendini korumak için savaşmak zorunda kalmıştı. Her geçen yıl savaşmak ve yaşamak için bir neden bulmak daha zor hale geliyordu. Her gün olduğu gibi güneş batmadan önce ormanın en büyük ve en yaşlı ağacındaki kovuğuna giderken, sessizlik onu her zamankinden daha çok rahatsız etmeye başladı. Ormanın eski hali gözünde canlanırken kuş seslerini duymaya başladı. Ağaçların yemyeşil halini gördü. Çiçeklerin kokularını aldı. Derin bir nefes çektiği o anda her şey bir anda ortadan kaybolup tekrardan hiçliğe karıştı. Peri o anda savaşmaktan vazgeçtiğine karar verdi ama bir peri kendini yok edemezdi. İçinde öyle bir öfke birikmişti ki dayanamadı ve çığlık atmaya başladı tam o anda perinin öfkesiyle bir fırtına patlak verdi. Küçük peri susup bir süre gökyüzüne baktı, korunaklı evine doğru koşması gerekirken birden tam ters yöne koşmaya başladı. Çürümüş otların, dalların üstüne basarak çamura batıp çıkarak, yaratıkların homurdanmalarına doğru koşuyordu. Küçük peri ağlıyordu o ağladıkça ormanda ağlıyor, yağmur damlalarının ağırlıyla ölü olan her şey toza dönüşüyordu.

Yolunu kaybetmiş genç bir gezgin, puslu dağların ardındaki Seyyahların Şehrine ulaşmaya çalışırken, Sisli ovada yolunu kaybetmiş ve büyülü ormana doğru sürüklemişti. Yıllardır ilk defa bir canlının ayak basmasıyla açlıktan guruldayan bir mide gibi homurdanmaya başlayan orman, fırtınanın başlamasıyla gezginin ormanın derinliklerine doğru sürüklüyordu.

Kızıl saçlı orman perisi artık koşmuyordu ama içindeki yok olma hissi onu Puslu dağların başlangıcındaki mağaraların olduğu vadiye doğru sürüklemişti. Yağmur damlaları onun gözyaşları gibi durmaksızın devam ederken bu mağaralarda yaşayan Yalg denen canavara gittikçe yaklaştığını fark edemiyordu. Yalg bir zamanlar mağaraların içindeki yeraltı sularında yaşayan ve bu suları temizliğini sağlayan bir orman ruhuyken şimdi bir görevi olmayan, karanlığın ormana saçtığı parçalarından başka yetişen hiç bir şey kalmadığı için açlığın ve gölgelerin derinliklerinde ruhu kadar gözleri de körelmiş bir canavara dönüşmüştü. Her şeye o kadar açtı ki durdurulamaz bir delilik içinde büyüyordu.. Körleşen gözleri yerine diğer duyuları gelişmişti ve şimdi başlayan fırtına tüm kokuları ve sesleri saklarken, damlaların yarattığı titreşimler ona yeni bir görü sağlıyordu. Bu yüzde toprağın üstünde hareket eden zayıf ayakların titreşimini duyabilmişti.

Genç Gezgin onu uyarmalarına rağmen Sisli Ovadan geçmeye karar vermiş ama yılın bu zamanı sis ovanın ilerleyen kısımlarında iyice yoğunlaştığı için yön duygusunu yitirmiş ve kaybolmuş. Sis bir ormana yaklaştığında azalmaya başlamış ama aniden kopan fırtına işini hiç kolaylaştırmamıştı. Çok üşümüş ve yorulmuştu, geceyi geçirecek bir yer ararken ufukta gördüğü dağlara doğru ilerlemeye karar vermiş, kuru bir sığınak aramaya başlamıştı. Yağmur azalacağına şiddetini arttırmıştı. Dağlara yaklaştığında etrafı mağaralarla çevrili bir vadide olduğunu anlayarak kendine uygun bir yer aramaya koyuldu. Uygun küçük ve kuru bir mağara bulduktan sonra etrafı biraz kolaçan etmeye karar verdi. Etrafta yaşayan hiçbir canlı olmaması ve bildiği hiçbir orman gibi olmaması onu çok tedirgin ediyordu. Birkaç kuru dal bulma umuduyla yürürken sürekli devam eden gök gürültülerinin arasında bir kadın çığlığı duyduğunu sanarak etrafına bakındı. Gezgin sonra ormanın garipliği ve yorgunluğu yüzünden hayal görmeye başladığını düşünüp bakınmaya devam etti. O sırada çığlığı tekrar duydu. Bu sefer doğru duyduğuna emindi. Kılıcının olduğu yere elini koyarak tedbirli bir şekilde sese doğru koşmaya başladı. Küçük bir kaya yığınına yaklaştığında bir hayvanın böğürtüsünü ve çatırdayan ağaç parçalarını da duymaya başladı. Yığının ardında baktığında üstü başı çamurla kaplanmış, eski ve vücudun her yerini kapamayan yırtık kıyafetler içinde elinde küçük bir bıçakla kendinden en az 10 kat daha büyük, balçıkla kaplı, kocaman bir ağızdan ibaret olan bir kütleye karşı koymaya çalışan küçük kızı gördü.

Gezgin küçük kızın tek başına hiç şansı olmadığını anladığı an yağmurdan zarar görmesin diye yedek pelerinine sardığı kılıcı hızla kınından çekerek, kayaların üstünde atladı. Altında küçük kaya parçaları akarken o hızla aşağı doğru kaymaya başladı. O sırada Yalg vücuduyla bir hamle yaptığı da bir ağacı Kızıl Saçlı Perinin üzerine doğru yıkmayı başardı. Küçük peri yana kaçmak için çok geç kalmıştı. Bu sırada Gezgin yetişerek periyi kenara itip, yaratıkla aralarına girdi. Kılıcını hiç düşünmeden Yalgın gövdesine doğru salladı. Kılıç sanki bir çamura saplanmış gibi kolayca içinden geçerek girdi. Gezgin ilk şaşkınlığın ardından bir kaç kez daha kılıcını yaratığın gövdesinin çeşitli yerlerine indirse de yaratık bundan hiç ilgilenmemiş gibi saldırmaya devam etti. Bu sırada periyi ittiği tarafa baktığında Kızıl saçlı perinin yerde baygın halde yattığını gördü. Ağaçtan kurtulmuş olsa da sanırım kafasını çarpmıştı. Yalg hedefini değiştirerek tüm dikkatini Gezgine çevirdiği için kızın yanına da ulaşamıyordu. Yalgın cüssenin büyüklüğüne bakarak ormanın içinde avantajı olabileceğini düşündü. Onu ormanın içine çekmeye başladı. Bir zamanlar dört ayak üzerinde yürüyebilen hatta metrelerce yukarı sıçrayabilen Yalg şimdi çamurdan bir sümüklü böcek gibiydi ve ağaçlar onu oldukça yavaşlatıyordu. Bu av sandığından daha zor bir hale gelse de peşini bırakamayacak kadar çok açtı.

Kırmızı saçlı orman perisi Yalg ve gezgin uzaklaşırken gözlerini açtı. Başı çok ağrıyordu ve net göremiyordu. Yağmur hala devam ediyordu ve artık tamamen karanlık çökmüştü. Arada bir çakan şimşekler haricinde ormanda tamamen karanlıktı. Her şey bir rüya gibiydi ama kafasındaki bulutlar dağılırken olanları hatırlamaya başladı. Yalgı ve onu iten insanı. En azından bir insan olduğuna inanıyordu. Doksan yıllık hayatı boyunca hiç insan görmemişti. Ama diğer perilerinde etrafında olduğu on yıllık zaman dilimi içerisinde insanlarla ilgili bir şeyler duymuştu. Etrafına bakındı karanlık onun görüşünü etkilemiyordu ama ne Yalg ne de insan etrafta değildi, izleri takip etmeliydi. Ayağa kalmaya çalıştı başı döndü. Kafasını tuttuğunda şakağından doğru akan sıcak şeyi hissetti. Devam etmesi gerekiyordu en azından onu kurtarmaya çalışan adamı bulmalıydı. Tek başına Yalga karşı şansı yoktu.

Genç Gezgin hızla ağaçların arasında ilerliyor Yalg da önüne çıkan her şeyi yıkarak geliyordu. Gezgin kadar hızlı değildi ama peşini bırakacak gibi de değildi. Gezgin bu ormanı bilmiyordu, bu ormanı kimsenin bildiğini sanmıyordu aslında. Hayatında ne böyle bir yaratık görmüş neden bahsedildiğini duymuştu. Üstelik yirmi beş yıllık hayatına rağmen kimsenin gidemediği yerlere gitmiş, bir sürü hikâye dinlemişti. Karanlıkta şimşeklerin aydınlattığı kadarıyla görerek ilerliyordu. Zaman kazanmalıydı. Şimşekler ağaçların biraz ilerde daha da sıklaştığını gösterdi. O tarafa doğru gittiğinde ormanın bitki örtüsü aniden değişti. Ölü dev ağaçlardan, ölü cılız ama sık ağaçlara dönüştü. Sanki burası hastalıklı gibiydi. Toprak bir sünger gibi yumuşaktı ama dağılmıyordu. Ağaçlar o kadar parlak bir yeşildi ki doğal durmuyorlardı ve gövdeleri boyunca hiç dal yoktu metrelerce sonra yapraksız kirpi oku gibi dallar uzanıyor ve gökyüzünü kaplayacak şekilde birbirlerine giriyorlardı. Üstelik gittikçe sıklaşmaya başlıyorlardı. En sonunda sadece gezginin geçebileceği kadar boşluk kaldı. Arkasına baktı Yaratık yavaşlamıştı ve mesafeleri artsa da ama oda eskisi kadar hızlı gidemiyordu. Yaratıkla kısa süren boğuşması sırasında görebildiği kadarıyla gözleri ya da kulakları yoktu. Olsalar bile o çamur yığının altında olmalıydılar. Gezgin tekrardan kafasında o anı yaşadı ve yaratığın tamamen kör olduğunu anladı. Büyük ihtimalle ya onu duyuyor ya da hareketlerini hissediyordu. Çünkü yer değiştirdiği her seferde yaratık anlık süre sonra onun nerede olduğunu kestirip hamle için geç kalıyordu. Şimşekler ardı ardına sanki Gezgine bir şey göstermek için çaktılar. Gezgin ilerde ne olduğunu gördü.

Kızıl saçlı orman perisi izleri yeni orman bölgesine kadar takip etti. Burası eskiden kayalık ve kısa bitki örtüsüyle kaplı bir bölgeyken ormanın terk edilmesiyle kayalar süngerimsi, kuru olduğu nadir aylarda üstüne basıldığında yeşil bir toz püskürten toprağa ve tozla aynı renkte ağaçlara sahip bir alana dönüşmüştü. Küçük peri Gezgin için şans diledi. Çünkü buranın sonunda Sessizliğin Uçurumu vardı, ya onu kurtarmaya çalışan o adam çevresindeki tüm sesi emen o çukura düşecek ya da onu fark ederek kör Yalgdan kullanmak için kullanacaktı.